23 Şubat 2015 Pazartesi

Öğretmen


Ömer, sınıfın en cılız en ufak boylu çocuğuydu. Babası yıllarca Ankarada bir devlet bankasında memurluk yapmış. Ancak bir müddet sonra,  kafayı kırıp, “organik tarım” , “doğal yaşam”, “buralardan gitmeliyim” , “stres beni öldürecek” , ” trafik çekilmiyor” , “buralarda hayat çok pahalı” gibi nedenlerden dolayı, Van’da hiç bilmediği bir köye taşınmış. Orada Ömer’in annesi ile tanışmış, daha doğrusu köy ahalisi tarafından tanıştırılmış ve evlendirilmişti. Köyde 4 yıl yaşamış, alışmadık bünyede oksijenin fazla durmaması hastalığı nedeniyle , Ömer doğduktan 4 ay sonra, annesi ise Ömer üç yaşındayken, eşinin hasretine dayanamayıp ölmüştü. Küçük yaşında hem yetim hem öksüz kalan Ömer’in bakımını hiç çocuğu olmayan halası ve amcası üstlenmişti.

Ömer, çok zeki bir çocuktu. Ne anlatsam şıp diye anlıyor cevap verebiliyordu ama bunu ancak ben sorarsam yapıyordu. Onun dışında asosyal, kimseyle konuşmayan ve gözlemlediğimce hiç arkadaşı olmayan bir çocuktu ki bu o yaştaki bir çocuk için imkansız gibi birşeydi.

Bir tuhaflık vardı onda ama çözemiyordum. Ben de her öğretmenin yapacağı gibi gözlem sürecine girdim. Yaz/kış düzenli olarak teneffüslerde bahçeye çıkıyor, toprak alanda sürekli birşeyler arıyor, aradığını bulamadığından olsa gerek yüzü asık bir şekilde geri dönüyordu. Bununla beraber arada bir kimseye çaktırmadan zıplıyor, bahçe duvarına iki avuç içini yapıştırıp çıkmaya çalışıyor, elleri her kaydığında parmaklarına , avuç içine bakıyor , kızgın bir halde sınıfa geri dönüyordu. Dışarıda böyleylen sınıfta arada bir arkadaşlarına bakıp, elleriyle metalci işareti yapıyor sonra başını öne eğip tekrar üzülüyordu. Evet onda bir tuhaflık vardı. Bu hareketlerin sayısı ve üzülme dozu artıp, kontrol edilmeze doğru gittiğinde, ders sonunda Ömerle konuşmaya karar verdim.

-          Ömer bir dakika konuşalım mı ?

-          Konuşalım öğretmenim.

-          Nasılsın Ömer ?

-          Kararsızım öğretmenim.

-          Hangi konuda ?

-          Kimim ben öğretmenim ?

Van’da bir köy ilkokulunda sınıf öğretmeni olan ben, zaten kendi varlığımın anlamını çözememişken, başıma bir de Ömer Salih Haktanır’ın kendini bulma savaşında saf tutmak istemiyordum belki ama sekiz yaşında bir çocuğun, kim olduğunu, ne amaçla bu dünyaya geldiğini sorgulamasına yardımcı olmak görevimdi.

Ben bir öğretmendim ve çocuklarıma vereceğim cevaplar veya yönelteceğim doğru sorular, onların hayatlarını etkileyecek, belki benim sayemde doğruyu bulup, insanlığa yararlı bir birey olacaklardı. Ne de olsa öğretmenlikteki ilk senemdi ve bu yıl yapacaklarım bende de onlarda da iz bırakacaktı.

-          Ömercim sen de ben de bir bireyiz. Ve toplulumuza yardımcı olacak iyi insanlarız.

-          Peki hangisiyim ben öğretmenim ?

-          İşte Ömercim hangisi ne demek insanız hepimiz.

-          Yok öğretmenim, örümcek adam mıyım yoksa süpermen mi ?

İşte bu beklemediğim bir soruydu.

-          Nasıl yani ? Ömercim onlar insanlar tarafından uydurulmuş çizgi film kahramanları yani gerçekte bunlar yok hayali birşey yani.

-          Yanılıyorsunuz öğretmenim, onlar gerçekte insan ve benimle onlar arasında bir bağ var. Sadece hangisi olduğumu anlamaya çalışıyorum. İsterseniz sırasıyla benzerliklerimizi anlatayım, siz de bana hak vereceksiniz.

-          Anlat bakalım neymiş bu benzerlikler.

-          Şimdi öğretmenim, süpermenden başlayayım isterseniz. Bildiğiniz gibi süpermen başka bir gezegenden gelmiş birisi, yani benim gibi. Bizde Ankardadan gelmişiz. Fiziksel olarakta onun çocukluğuna benziyorum bence. Yani kalın camlı gözlüklerim var, şuan zayıfım falan. Ama gücümün farkındayım. Bunu anlamam çok zor olmadı benim için. Annem, kış zamanı yaptığımız konserve kavanozlarını hep bana açtırır, kendisinin güzü yetmez, ama ben onları çok kolay açabiliyorum yani güçlüyüm. Bu gücümü başkasının üzerinde denemek istemezdim ama şişko Hasan bana vurduğunda çok sinirlenip karnına bir yumruk atmıştım, üç gün kıvranmış şerefsiz, ha babası da beni dövdü ama bilerek dayak yedim. Sonuçta gücümü başka insanların üzerinde kullanmamalıyım. Süpermen gerçek babasını yıllar yıllar sonra buldu, kırıktonik taş ile. Biliyorsunuz benim babam da burada değil. Halam onun çok özel birisi olduğundan hep bahseder. Eminim babam da Ankaranın çok özel bir gezegeninden gelmiştir ve benimle ilerde iletişime geçecektir. Süpermen de hep ailesini özleyerek büyümüş. Çok özlüyorum ben babamla anamı öğretmenim. Bu bile benim süpermen olabileceğim anlamına geliyor bence. Bunlar aslında güçlü kanıtlar olmakla beraber, şu allahın belası kırıktonik taşını bir türlü bulamıyorum. Belki tesadüf eseri karşıma çıkacak ama ben onun bizim okulun bahçesinde olduğuna inanıyorum. Bir de şu “uçma” konusu var. O konuda kendimi aslında çok geliştirdim ama o taşla beraber benim gücümün artacağını biliyorum. Ara ara denemelerim oluyor uçmakla ilgili ama bu konuda biraz daha çalışmam gerekiyor.

-          Bir diğer ihtimal benim örümcek adam olma ihtimalim. Bilmem biliyor musunuz ama onun da ailesi o çok küçükken ölmüş tıpkı benimkiler gibi. Tehlike anında sezgilerim inanılmaz güçlü. Geçen gün bahçede top oynarken arkamdan gelen at arabasını görmemiştim ama nasıl olduysa birden içime bir his girdi ve aniden arabanın altından kendimi kurtardım. Bir de şişko Hasan’ın karnına vurduktan sonra babasının beni döveceğini şıp diye sezmiştim ama dediğim gibi gücümü kullanmamak adına bana vurmasına izin vermiştim. Bir de geçen anam bana reçel yapılacak incirlerin yarısını yediğim için bir terlik fırlattı da nasıl kafamı eğdim görmeliydiniz. Hadi bunları geçtim, odadaki kapının tepesine ayaklarımı destek yaparak çıkabiliyor olmam ? Bunu da yalın ayak yapıyorum buarada. Kesinlikle bir tırmanma yeteneğim var. Şuan tek sorunum bir örümcek tarafından ısırılıp ısırılmadığımı anlayamamış olmam. Geçenlerde kollarımda on ,on beş tane kızarık vardı ama onlar sivrisinek ısırığı dedi anam. Duvarlarlara yapışkan ellerimle tırmanmaya çalışıyorum ama kaygan, pürüzsüz duvarlarda zorlanıyorum öğretmenim. Bir de bileklerimden ağ fışkırtamıyorum. O da olacak zamanla, hele şu örümceğin zehiri bir tüm vücuduma yayılsın. Bir de öğretmenim örümcek adam da hep ailesini özleyerek büyümüş. Çok özlüyorum ben babamla anamı öğretmenim.

-          Hadi bunları geçtim öğretmenim, ismim Ömer Salih, yani örümcek adamın “ö” sü, süpermenin “s” sini yaşatıyorum ismimle, bunlar tesadüf olamaz.

-          Bak Ömer, biraz önce de sana söyledim. Bunlar gerçek hayatta olamayacak kadar özel karakterler. Yani başka insanların hayalinde yaşattıkları belki de olmak istedikleri özellikleri barındıran insanlar. Ama gerçek değiller, hiçbir zaman olmadılar.

-          Ama benim bunlardan biri olmam gerekiyor öğretmenim.

-          Ömercim, bunları olamasan da eminim, başka özelliklerin ile insanlara yardımcı olabilirsin. Yani özel güçlerin olmasına gerek yok. İnsanlar birbirlerine özel güçleri olmadan da yardım edebilir. Bence senin söylediğin iki karakterin de ortak özellikleri iyi bir kalplerinin olması ve insanlara çok iyi davranmaları. Hayır ağlama, bunları ağlaman için söylemiyorum. Bence senin de çok iyi bir kalbin var ve bu bile senin bir süper kahraman olduğunu gösterir. İyilik yaparak insanlara yardım edebilirsin ve bir kahraman olabilirsin bence.

-           Çok özlüyorum ben babamla anamı öğretmenim.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Çekirdek



Bizim apartmanın bahçesini çevreleyen duvarın üstünde oturup çekirdek çitlemek, Mahmut ben ve Kasım’ın en sevdiği şeydi. Sevdiği şeydi diyorum bundan başkada hobimiz yoktu aslında.

Okuldan geldiğimiz gibi üstümüzü çıkartıp edebi istirahatgahımıza kurulurduk. Yazarlardan, şiirlerden öykülerden bahsederdik. Yok la yok, 13 yaşında üç ergen olarak futbol ve kızlardan başka mevzuu mu vardı! Ha Kasım’ın Merve’ye aşkı nedeniyle köpek gibi uluduğu dakikalar  eeehh belki edebi sayılırdı ya neyse.

Okuldaki kızlardan bahsederken elimizdeki çekirdeklerin bir saniyede tüketilme sayısında gözle görülür bir artış olmakla beraber kapıcı Hikmet abinin etrafı kirletiyoruz diye arada bir hönkürmesiyle insani yeme şekline geri dönerdik. Hikmet abiyi severiz aslında, bizim bahçedeki kiraz ağacına dalmamıza çaktırmadan izin veren oydu çünkü. O dallama yöneticiye kalsa canım kirazlar dalında kurur kimseye yar olmazdı.

Rutin çekirdek yeme seanslarımızın birisinde karşıdan ne idüğü belirsiz bir cismin bize yaklaştığını fark edip, ulan uzaylı desen uzaylı değil dünyalı desen ııı ıhh o hiç değil, hafiften bir tırsmıştık. Vücut insan ama kafayı tarif edemiyorduk. Cisim dibimize kadar gelip “waaass appp meeen” diye bizi selamlayınca, dünyamızı ele geçirmeden önce, bizimle iletişim kurmaya çalışan, ahanda kardeşim biz burayı alacağız, tasınızı tarağınızı alın en yakın gezegene göç edin, mesajını bize verecek, uzaylı kardeşimiz olduğunu anlamıştık.

-          Hakan ?

-          Heee benim.

-          Nooldu lan kafana ?

-        Emo oldum olum ben olum, kızlar bayılıyo şimdi buna, böyle tek gözümle bir bakıyorum içli içli hasta oluyolar.

-          Valla ne diyeyim Hakan hayırlı olsun valla.

Bu “hayırlı olsun” cümlesi, elbette hiçbirimizin emonun ne olduğunu bilmememizden kaynaklanıyordu ki ben bir kahkaha attım. Mahmut’un son cümlesi, bizim bakkal Ercan’ın, Neriman teyzenin “Ercan biliyor musun bizim Aslının IQ su 145 çıktı” ya “ valla Neriman ne diyeyim hayırlı olsun” cevabı kadar komik gelmişti ve ben o zaman da kahkaha atmıştım. Aslı da liseden sonra o üstün IQ su ile Afrikalı bir seyyar saatçiye kaçmıştı ama bu gereksiz bir ayrıntı.

-          Yok lan size gülmedim aklıma bir şey geldi de.
  
Ne yalan söyleyeyim Mahmut uyanmasa ben tanımamıştım sidikli Hakan’ı. Bu sidikli Hakanın lakabı 10 yaşına kadar altına işemesinden kaynaklanıyordu. Sonra bunun annesi babası, doktora mı götürdü, psikologlara mı, hocaya mı bilmiyoruz, sorunun, okul fobisi olduğu anlaşılmış, Hakan, zaten kaportacı olan babasının yanında çalışmaya başlamıştı. Artık altına İşemiyor diyorlar ama soru işareti tabi.

Tabi “cool” luğumuzdan Hakan’a sormadık,  emo nedir ne iş yapar diye ama Hakan giderken üçümüzün kafasında da söylediği tek bir cümle yer etti : “kızlar bayılıyor”

Kızların bayılması üçümüzün emo olmasına yetip artacak kadar geçerli bir nedendi aslında ama Kasım, Merve’nin hoşuna gitmeyeceğini düşündüğünden pek yanaşmıyordu bu fikre. Tabi Kasım, Merve’nin elini bazen tutabiliyordu, tabi Kasım, bizden kontör alıp Merve ile gecenin on ikisinden sabah altıya kadar yazışabiliyordu bir ilişkiden başka ne beklenebilirdi ki ?

Ama zavallı ben ve Mahmut öyle miydi ? Ha bir keresinde Mahmut, bizim sınıfın en çirkin kızının elini tutmaya çalışmış hatta becermişti ama bundan pek haz almamış, nasıldı abi ? sorumuza “gazı kaçmış kola içmek” gibi saçma bir cevapla bizi geçiştirmişti.

Mevzuu kızlarsa artık bizleri beğenmeleri için gerçek adımları atmamız gerekiyordu. Aslında ben bu sene yaz başında bu adımı attım ve sanıyorum mahallenin, kot üzerine kolsuz t-shirt giyerek bazen de gömleğimi pantalonumun üstüne salıp 3 düğmesini açarak, kendime özgü bir tarz yaratmış en iyi giyinen kişisi olmuştum, havalıydım yani. (sanırım)

Ama bir ayın sonunda, bu tarz, bir kızın elini tutmama yetecek kapıları açmamıştı. Aslında kendimden emindim bu yolla sonuca ulaşacağımı ama içten içe bir tedirginlikte yok değildi.

Mahmut’la kararlaştırdık, yarın emo olacağız ! Ama ortada bir sorun vardı. Ben ;

-          Abi buarada biz tek gözümüzü bu kısa saçımızla nasıl kapatacağız ! Yani saçımız kaşımıza kadar gelmiyor da !

Tabi sidikli Hasan babasının yanında çalışmaya başlayınca, serbest bir şekilde saç uzatabilmiş, çakal oğlu çakal emo olabilmişti. Hakan’ın sol gözünü kapatabilen ,arkası uzun ve jöleyle yukarı iğne iğne diktiği güzelim saçları vardı. Lanet olsun lan kızlar beğeniyor işte şuan eminiz.

-    Haklısın. O zaman bu akşam berbere gidiyoruz ve o saça en çok benzeyen tarzda kestirip yarın okula gidiyoruz var mısın !?

-          Varım lan !

O akşam Mahmut kendi berberi olan Cici Ekrem Berbere, ben de babamın en yakın arkadaşı Memduh amcaya gitti. E bu saatten sonra berber değiştirecek değilim. 

        -   Memduh amca merhaba,
 
-          Oooo hoş geldin Davut, nasılsın ?

-          İyilik sağlık valla.

-          Nasıl keselim ?

-          Yine aynı Memduh amca , üç numara !

Yapamadım lan ! En yakın arkadaşımı sattım. Şimdi nasıl anlatacağım Memduh amcaya ben şöyle olması için şöyle kestireceğimde şöyle göz kapanacakta sonra kızlar elimi tutacak diye. Hemen babama yetiştirir babam da ağzıma sıçar. Eeee , benim tarzım bana yeter. Hem daha bir ay oldu bu tarz ile ortalıkta görünmem , daha oturacak tabi.

Gece uyuyamadım, hem en yakın arkadaşıma kazık atmış olmam nedeniyle üzülüyor hem de aslında içten içe emoluğun bana göre olmadığını anladığım için seviniyordum. Yalana bak ,aslında babam nedeniyle yusuf yusuf ediyordum ama bilinçaltımı anca böyle etkileyebilirdim, kendimi inandırmam lazımdı.

Ertesi gün Mahmut okula gelmedi. 

Aklımda Ömer Seyfettin’in, Kaşağısı sürekli gözümün önünde şekilleniyor, Mahmut’un, emo saçları nedeniyle babasından azar yiyip kuşpalazı olup öldüğü gibi kötü kötü düşünceler beynimi kemiriyordu. Ömrümü yedin Ömer Seyfettin !  

Eve gider gitmez çantayı odaya fırlattım ve dışarı çıktım. Kasım tünemişti bile duvarın üstüne  ama Mahmut yoktu.

-          Kasım, Mahmut’u gördün mü ?

-         Abi dün akşam aradı beni. Bu salak gitmiş berbere tavuk kıçı mı, tavuk götü mü öyle bir şey yapmış saçlarını , babası da bir güzel dövmüş, başı ağrımışmış o yüzden okula yarın gelmeyeceğim dedi.

Tavuk kıçı mı ? Vay hain, demek ben evde vicdan azabı çekerken bu kendi kendine güzel plan yapıp, kendini tarz beni şebek yapmaya çalışmış. İnsan arkadaşına bunu yapar mı lan ! 

Bir süre beklerken aslında ikimizin de hataları olduğunu anladım. Zaten benim bir tarzım vardı sonuçta. O da benim tarzımı kıskanmış ve öne geçmek için böyle bir plan yapmış olabilir. Arka planda olmak her insana koyar sonuçta. 

1 saat sonra Mahmut geldi. İkimizde birbirimizin saçlarına bakıyorduk. İkimizde birbirimize kazık atmıştık ve ikimizde pişmandık.  Sessizliği Mahmut bozdu;

-          Davut, acaba ben gerçekten emo mu olsam ?

-          Sus lan ye çekirdeğini.

15 Şubat 2015 Pazar

Çatı

Mis kokulu Haliç’e bakan bir apartman dairesinde amcamlarla yaşadık biz. Ben bizim ailenin tek çocuğu, Yakup ise amcamın en büyük oğluydu. Yakup dışında iki tane daha kuzenim vardı ama Yakup ile yaşlarımız aynı olduğundan kardeş gibiydik. Hatta daha ileri gideyim Yakup benden bir gün önce doğmuş, babalarımız nasıl ayarlamış annelerimiz nasıl becermiş bilemiyorum ama bir nevi ikiz kardeş gibi doğurtulmuşuz. İsimlerimiz bile benzer o kadar ikiz, o Yakup ben Muzaffer.

Aynı evde iki ailenin yaşaması zor zannederler ama hiçte değil bence. Zaten mecburiyetten olmasa bence babamlar yine amcamlarla aynı evde yaşarlardı. Sadece oda sayısının azlığı nedeniyle sıkış tepiş yatılırdı, birbirimize ait bir odamız hiç olamadı, tuvalet ve banyo sırası biraz sıkıntıydı hepsi bu.
Yakupla 12 mize geldiğimizde ilk sigara denememizi yapmak istedik. Zaten amcamla teyzem dahil ailede herkes sigara içiyordu e bizimde içmememiz salaklık olurdu.
Annemin cüzdanından çaldığımız parayla bakkaldan afili bir sigara alıp, Yakupla kararlaştırdığımız gibi bizi kimsenin yakalayamayacağı mekan olarak seçtiğimiz apartmanın çatısına çıktık. Tek sorun vardı o da en üst komşumuz Türkan teyzeye yakalanmamak. Türkan teyze bildiğiniz radar gibiydi, alıcıları hep açık, dışarıdan gelen tehditleri sezebilecek kadar sezgileri kuvvetliydi, örümcek adam gibi yani.

Sessiz sedasız en üst kata çıktık, her şey yolunda, Türkan teyze uyanmadı. Çatıya açılan kapıyı az zorlayınca berbat bir gıııırççç sesi çıktı, o an, değil Türkan teyzenin duymaması bu sesi iliklerine kadar hissetmemesi imkansızdı. Yakuptan sessiz bir “şimdi sıçtık oğlum” sesi çıkabildi ben ise gözlerimi kapadım. Niye kapadıysam. Yaklaşık 2 dakika kadar yüzümüz kapıya dönük hiç kımıldamadık ve Türkan teyze dışarı çıkmadı, bu bizim için ilahi bir mucizeden farksız bir olaydı ki 2 gün sonra Türkan teyzenin o saatlerde sobadan çıkan gazla zehirlendiği ve oğulları tarafından bulunduğu haberini aldık. Allah rahmet eylesin.
Çatıya çıktığımızda yükseklik korkumun olduğunu anladım ama iş işten geçti bir kere bu yola baş koymuştuk ve o sigara bugün içilecekti !

Yakupla ana bacanın biraz uzağına konuşlandık. Karşımızda Haliç manzarası, burnumuzda bok kokusu sigara içmek için en ideal ortam gibiydi. Çakmak bende sigara Yakupta idi, e biz ortağız sonuçta. Yakup sigara paketini özenle açtı, sigara paketini burnuna tutup derin derin kokladı, ben de aynısını yaptım ama onun kadar zevk alamadım. Bir sigara bana verdi bir sigara da kendi aldı. Paketi cebine koydu, özenle, en kıymetli hazinemizmiş gibi. Her şey hazırdı, çakmağı çıkarttım tam çakacakken yüksek sesle bir gıııırççç sesi daha ! Hemen toparlanıp sigaraları cebimize koymuştuk ki üst komşumuz Hacı Selim amca elinde şangır şungur eden siyah poşetiyle çıkageldi. Ne talihsizlik !

- Ne yapıyorsunuz gençler burada ?
- Hiçç hacı amca öyle manzara seyredip, muhabbet işte, sen ?
- Ha ben de işte ikindi okundu mu okunmadı mı anlayamadım bir açık alana çıkıp dinleyeyim dedim.
- İyi bok yemişin (diyemedik)

Selim amca geçen sene eşinin zoruyla hacca gitmişti, her zaman sakallıydı ama öyle bize din dersi verebilecek kadar da bilgili değil gibiydi hani. Ha beş vakit namaz kıldığını biliyorduk ama jübileyi hacda yapacağını da tahmin etmiyorduk.
Selim amca yanımıza oturdu. O, elindeki poşeti saklamaya çalışırken şangır şungur ses gürültü yapıyor, biz ise elimizi cebimizden çıkartamıyorduk. Stresten elim terlemiş sigara yavaştan kendini koyvermeye başlamıştı.
Yaklaşık beş dakika kadar Hacı Selim amca, ben ve Yakup konu açamadık, öyle mal mal Haliçe bakarken bir gıııırççç sesi daha ! Hoppalaaaaa, iki yetişkin insan rahat rahat sigara içemeyecek mi burada ! Ben ne yalan söyleyeyim Türkan Teyze geldi sandım ama kikirtilerden onun olmadığını anladık. Gelen bizim alt katımızda oturan Ahmet amcaların, teknik üniversitede mimarlık okuyan oğlu Rıza abiydi ve yanında getirdiği kız.
Bizimle gözgöze geldiğinde muşmulaya döndü suratı şerefsizin. Anladık tabi çatıya kız atmaya çalıştığını bizden kaçar mı. Hacı Selim amca sanki bok varmış gibi buyur etti.

- Oooo Rıza hoş geldin. Sen de hoş geldin kızım.
- Hoşbulduk Selim amca, nasılsın ?
- İyilik sağlık be yavrum, ben de gençlerle muhabbet edeyim dedim. (yalana bak)

Bizden hiç hoş geldin beş gittin olmayınca Rıza lavuğu Selim amcanın yanına kız arkadaşı da onun yanına oturdu. İşin aslı sonradan anlaşıldı. Meğer Rıza kız arkadaşını Haliç in çizimini yapsın diye çatıya çıkartmış, ödevleri varmış. Bak bak bak yalana bak. Biz yemedik tabi.

Yaklaşık 10 dakika da Rıza abi ve müstakbel kırığı ile Haliç manzarasına sessssizzzce baktık. Benim gözüm hep kapıdaydı artık. Acaba daha kim gelebilir acaba ?
Allahım öleceğiz ızdıraptan bir şey olsun artık şu saçma ortamdan kurtulalım derken Hacı Selim amca sessizliği bozdu.

- Sigaranız var mı gençler ?
Ahanda anladı ! Gözümün önünden babamın kemeri, annemin terliği geçerken Yakup sanki piçliğin kitabını yazmış gibi ;
- Selim amca bizim de canımız bir bira çekti ki sorma, dedi.

Ben şoktayım, durum 1-1.

Selim amcayla biz birbirleriyle düello ya çıkmış kovboylar gibiyiz. Birimiz çekecek silahı ve kazanan o olacak ama işte silahlar sanki aynı anda çekilmiş gibi ne ateş edebiliyor ne de silahı kılıfına koyabiliyorduk. Neyseki iki tarafın birbirinden isteyebileceği şeyler vardı, belki bir uzlaşma olabilir miydi ? Sonra Selim amca ben ve Yakup’un kafası , Rıza abi ve kırığına çevrildi. Şimdi ondan ne istemeli ? Rıza abi duruma uyanmış olacak ki;

- Biz kaçalım Selim Amca dedi, hava bugün puslu bir şey görünmüyor.
- Tamam evladım tamam , babanlara selam söyle.

Oh şükür, kaldık mı baş başa.

Selim amca,

- Ya gençler sakın yanlış anlamayın beni biliyorsunuz hacıyım böyle günah şeylere girmem ama bakkal üç şişe bira verdi bana bizim kahvedeki arkadaşa götürmem için, ben de onu bulamayınca eve getirmek zorunda kaldım alın bunları siz için.
- Ya sorun değil Selim amca biz de çok bira içmiyoruz ama öyle birden canımız çekti. Ben de babama sigara almıştım ondan size ikram edeyim dedi Yakup.

Nihayet sorun çözülmüştü. Hacı Selim amca biraları eli titreye titreye bize verdi. Biz de ona bir dal sigara verdik. Biz biraları açıp içmeye başladığımızda Selim amca sigarasını bitirip bize hoşçakalın derken gözünden bir damla yaş aktığına yemin edebilirdik.

Hacı Selim amca, 3 yıl sonra sirozdan öldü. Meğer adamcağız karısının zoruyla gittiği hac vazifelerini yerine getirememiş, eski alışkanlığı olan gizli alkolikliği nedeniyle çok zor durumda kalmış. Halkalıdan alkol alıp Haliçte sote bir yerde içmek adama koymaz mı be.

Biz onu bu gizli yerinden ettiğimizden dolayı biraz suçluluk duyduk ama sonra geçti. İçmeseymiş o da.

Selim amca gittikten sonra biz birinci biraları bitirip, paylaştığımız üçüncü biranın da sonuna geldiğimizde asıl amacımızın sigara içmek olduğunu hatırlamıştık.
Sigaraları yaktık, bok gibiydi tadı içemedik, öksürdük, alışık olmayan bünyeye giren biraları kustuk.

- Bize göre değil bu işler Yakup dedim ben, ki o zamana kadar ettiğim en büyük laftı.

Başıyla beni onayladı. Bir daha kustu.

Bir daha hiç sigara içmedik.

Deli

Kontrolünü kaybetmiş delilerden tırsarım ben en çok. Kontrollülerden değil ama, onları severim bazen yakınlık hissederim, kendimden bir parça bulurum belki.

İdris vardı mesela. İyi eğitimli bir bilgisayar yazılımcısıymış önceden. 10-15 projeyi bir arada götürürmüş. Bir gün uzun zamandır uğraştığı kodlamanın sonunda beyni yanmış, koca projeyi shift+dellemiş, delirmiş ulan. Şimdi 2+1 in sonucunu bilmiyor ama mutlu. Severdim ben onu, bana sürekli maaşın az olsa da hayat uzun derdi, takma kafana. Günde yaklaşık 50 sigara içerdi, iri vücudu ile sürekli yürürdü ağzında sigarasıyla yani bildiğin Sibirya Ekspresi.

E hadi onu bırakalım, İrfan abi ? Yaşı seksene yakındı. Geçmişte ne iş yaptığını bilen yok, ailesi var mı bilen yok. Ha Bakırköy de daimi yatılı olduğunu biliyoruz. Cezai ehliyeti olmasa da İrfan abi kafasına göre takılabiliyor, sabah gidip akşam gelebiliyordu. Yoksa insan mahalleye pijamayla gelir mi ? Tek derdi Cadillac Eldorado almaktı. Bizi dolaştıracakmış.

Suzan teyzeye ne demeli. Çok aşık olduğu bir adam varmış vakti zamanında. Bu zatı muhterem Suzan teyzeyi önce kendine aşık etmiş, sonra da terk etmiş. Suzan teyze 38 yıl beklemiş adamı, hiç evlenmemiş. Bizim mahalle kahvehanesine takılıyordu. Kahvehane o kadar alıştı ki ona, hiçbiri yadırgamıyordu. Sadece yeni gelen müşteriler yadırgıyordu. Suzan teyze yeni yüz gördüğünde yaklaşık 15 dakika boyunca adama küfür ederdi. Öyle boş küfürler değil haa, ana, avrat, bacı, kardaş, yedi ced, soy sop. Böylelikle terk eden sevgilisi yüzünden, tüm erkeklerden intikam alıyordu belki yüzlerine küfrederek. Neyse sonradan yeni müşterilere anlatılırdı vaziyet de, arbede çıkmazdı.

Ben en çok Ruhi amcaya imrenmiştim. Ruhi amca emekli albaydı, karısı beş sene önce vefat etmiş, iki kedisi ve 3 su kaplumbağasıyla yalnız yaşardı. Kısa süreli bir delilikti onunki sanırım. Bir gün sıcak bir haziran ayının onikisinde, her zaman yaptığımız gibi bakkal Muharrem’in dükkanın içinde oturuyorduk. Rahmetlinin bizde çok emeği vardır, ilk beleş çikolatalarımızı o ısmarlamıştı. Neyse, Ruh amca öğlen saat bir gibi damladı dükkana. İki ekmek, bir süt ! Çırılçıplak, salkım saçak, püfür püfür, ama nasıl rahat nasıl doğal. E tabi dükkan içinde bir kargaşa oldu. Ruhi amcanın üstüne atladılar. Gazete kağıdı ve koli bantları ile kapattılar malum uzuvları. Ruhi amca çok debelendi, hatta teker teker ebemize küfretti ama nafile, toplum buna henüz hazır değil Ruhi amca dediysekte dinletemedik. Evine paket gibi taşıdık 5 kişi, doktor geldi, üç beş sakinleştirici vs. Sonra normale döndü Ruhi amca ve biz hiç konuşmadık o olaydan bir daha. İşin komik tarafı bir ay sonra evlendi Ruhi amca. Nü halde bakkala gelirken hatun kişilerden biri beğenmiş. E ne diyelim neye niyet neye kısmet.

Hangimiz o doğallıkta iki ekmek, bir süt diyebilir bilemiyorum. Yani adam bizi suratımıza, kardeşim ben buyum , ne eksiğim ne fazla, kabul ediyorsan amenna dedi resmen.

İmrendim.

Don

Konuş İbo konuş , hemen mantıklı bir şeyler söylemen gerekiyor.

- Don !

Don ne lan ! Allah belanı versinİbo, bütün bilinçaltını kıza yansıttın ulan hemen. Ama ergenlik zor şey be kardeşim. Şimdi mahallede yıllardır arkasından baktığın İpek ile tanışıyorsun boru mu. Bence İpek bizim mahalleyi dünyam kabul edersem, dünyanın en güzel kızı olmasa da ergenlik hayallerimi süsleyen ne bileyim belki ileride evlenip çocuklarımın anası olacak birisi. Yani seviyorum ben onu. Ama işte hormonlardan mı benim salaklığımdan mı bilinmez işte temiz bir “merhaba ben İbrahim” diyemedim.

Aslında bugüne kadar ona olan sevgimi birçok defa göstermeye çalışsam da anlamadı. Mesela bir keresinde kar yağmıştı Antalyaya (sanırım bir kere yağdı) hemen koştum evlerinin önünde duran en çok karlı arabanın üzerine kalp yapıp içine İpek yazdım, sonra lanet olası hava hemen yağmura çevirdi ama olsun muhtemelen, o, arabanın üzerindeki kalbi görüp anlamış, sevinmiştir böyle bi hoş olmuş bana karşı birşeyler hissetmiştir. Hadi onu görmedin diyelim, ya şehir merkezine giderken bindiğimiz minibüste arkama oturması ?, “bir merkez uzatır mısın” diyerek elini uzatması ve benim para üstünü verirken eline dokunmam ! Sırf O çok beğeniyor diye benim de Justin Bieber t-shirtü alıp giymem ve mahallede karşılaşmamız. Ne kadar manalı bakmıştı bana. Hoş t-shirtü annem pazardan almış Justin Biber diye yazısı vardı ama isim küçük olduğundan allahtan anlaşılmıyordu. Yoksa rezil olurdum. Normalde giymem o pezevengin t-shirtünü, benim yine annemin pazardan aldığı cillop gibi Metalika t-shirtlerim var ! Ha bir de bir sevgililer gününde kapılarına gizlice Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” sını bırakıp kaçmıştım. Kesin İpek o kitabı eline alıp “Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.’’ gibi naif bir cümleyi okuduğunda anlamıştır Onu en çok kimi sevdiğini. E oha artık bununla da anlamadıysa !

Ya da anlamamazlıktan gelmiş olabilir mi ? Ay götüm ! Sanki bana kız yok. Yok gerçekten , çok güzel hayallerim var lan benim. Mesela, arkadaşlarımdan sır gibi sakladığım, gizli tarifli ekmek arası peynirli tahin helvasını paylaşmak, en sevdiğim şarkı olan nating els metırsı (ki bir aşk şarkısı olduğunu tahmin ediyorum) yüzüne söylemek, eğer minibüste ayakta gidersek omzuma tutunmasına izin vererek olası ani frenlerde bir kazaya kurban gitmemesini sağlamak ya da cam tarafında ayaktaysak fordçulardan korumak için önünde durmak gibi küçük fedakarlıklarım olacak benim. Bunları bir bilse hemen kollarıma atılır, İbrahim götür beni buralardan derdi eminim.

-          Merhaba İpek, hava bu sene çok don yaptı değil mi ?
-          İbrahim bak ben Ermanı seviyorum taam mı !

Mantıklı bir şeyler söyle İbrahim mantıklı bir şeyler !

-          Ya zaten ben bunu bildiğim için seninle tanışmayı çok istedim İpek, Erman benim çok samimi arkadaşım, sana onu ayarlayayım mı ? Zaten benim sana karşı öyle sevgili olmak ne bileyim elini tutmak gibi bir niyetim yok yeminle.
-          Ha tamam o zaman ben de sana o zaman Ahu yu ayarlarım taam mı ?
-          Ahu mu ?

Ahu bizim mahallede oduncunun kızı , yaklaşık bir ton ağırlığıda. Bababasının odunlar ağır çeksin diye onu da suladığından emin olduğum şahsiyet.

Mantıklı bir şeyler söyle İbrahim mantıklı !

-          E don ?

Nefret

Hasan’ın babası Müstecep , çocuğunun erkek olduğunuduyduğunda ,sevincinden bir kavak ağacına çıkmış ve belindeki beylik tabancasıyla 17 senedir hasretini çekmiş çocuğunun şerefine 17 kere göğe ateş etmek istemişti. Hikaye bu ya,  ağacının tam tepesine çıkarken ayağı kaymış ve yüksekçe dalların birinde takılı kalmıştı. Ama sevinç bu ya ceketine takılan dalda sallanırken tabancasını çıkarmış ardı ardına ateş etmeye bağırmaya başlamıştı;

-          Eyy yeri göğü yaradan Rabbim, sen bana bir evlat verdin ya şükürler olsun sana.

Sıktığı 13. merminin takıldığı dala isabet etmesiyle beraber  düşmeye, tabiri caizse uçmaya başlamış. Müstecep, içtiği boğma rakının da etkisiyle bu düşüşün gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu çıkaramıyordu ki, kendi kendine “sevinçten havalara uçmak bu olsa” diyordu. Heyhat, ne salaklık !

Müstecep sert toprak üzerine düşüp öldüğünde 37 yaşındaydı. Geriye 35 yaşında dul bir kadın ve yeni doğmuş cılız bir erkek evlat bırakmıştı.

Mezberelik içinde yaşadıkları tek odalı evlerindeki sessizlik, Müstecep’in karısının ahları ve ofları ile sona ermiş, kasvetli odanın içine tebelleş olan dert Hasan’ı büyütmüştü.

“Hayat herkesin yüzüne gülmüyor elbette amma velakin Hasan’ın ki de hayat mı be” diye başlayan cümleler, kahve eşrafının, köy yerinde konuşulacak bir şey olmamasından dolayı muhabbet açabileceği yegane konu haline gelmişti. Ta ki Hasan 13 yaşına gelinceye kadar.

Hoyrat topraklarda, babasız büyümeye çalışmak önce seni terkedene karşı sitemle karışık bir sevgi sonrasında ise tanımadığı bir kişiye karşı nefret etmesine yetip artacak kadar yeterli sebeplerdi. Nefret ! Önce abdest alıp sabah namazını kıldı sonra kör baltayı alıp köy dışına çıktı. Bir kilometre ötedeki olay mahaline yaklaştı. Babasının ölümüne yol açan kavak ağacı karşısında dimdik duruyordu. Önce sarıldı ağaca, babasının kokusunu duyabilmek için. Resmini bile görmediği babasını hayal edemiyordu ama birşeyler hissediyordu ona karşı. Ama zaten hiç varolmayan birisi artık tamamen ölmeliydi ! Ya bismillah ! 13 saat sürdü ağacı devirip, kara toprağa gömmek. Elleri kan içinde, hiç ağlamayan evlat babasını öldürmüştü.  O ağaç hiç varolmamış gibi sürdü toprağı, kapattı her bir dalını ve gövdesini. Son duasını etti, nasıl bilirdim diye sordu kendi kendine, bilmezdim diyemedi.

Köy kahvesinin önünden geçerken ahalinin meraklı bakışlarına maruz kalan Hasan ani bir kararla kahvenin içine girdi ve ilk şekerli kahvesini söyledi. Nasılsın diye soranlara, “öldü” dedi. Ahali elbette bu cevap karşısında, sonunda delirdi fakir deyip bir daha hiç soru sormadı. Hasanın da o saatten sonra hiç sağ ya da sol kulağı çınlamadı.

Hasan evlendi, tek göz odada yaşadı, 17 sene çocuğu olmadı, çocuğu doğduğunda ise kalp krizinden öldü.

Bilerek, isteyerek öldü.

İntikamını aldı hayattan…

Eksik...

Bazen sende bir şeyler eksik  bir şeyler tuhaf bu hayatta demiyor musun ?

Ben çok diyorum mesela. Böyle anlamıyorsun ama hissediyorsun. Tarif edemiyorsun. Ama yaşıyorsun. Ne bileyim, annen biber dolması yapar da böyle içinde bir şey eksikmiş gibi hissedersin. Kıyması mı kötü desen tuzu mu az ya da baharatı fazla mı, bilemiyorsun ama yiyiyorsun afiyetle. E sonuçta anne yemeğini sevmek zorundasın gibi. Ha anne yemeği her zaman güzel gelir insana ama işte o tabağı elinin tersiyle itip başka bir dolma isteyemiyorsun. Biliyorsun tabak değişse de o dolmanın tadı değişmeyecek.

Kaç defa bu yüzden bunalıma girdin ? Kaç defa şunu değiştirirsem her şey yoluna girer belki dedin ? Çok değil mi ? Hah işte öyle zamanlarda bazı şeylerin elinde olmadığını anlıyorsun. Akışına bırak ve yaşa diyorlar yani ecnebilerin dediği gibi carpe diem , seize the day. Akışına bıraktığında bundan yıllar önce gazetelerde okuduğum haber geliyor aklıma. Hani temizleme pompası ile arkadaşının makatına şaka olsun diye hava basan abi vardı sonra şaka kurbanı zat-ı muhterem hastaneye kaldırılıp ölüyordu bağırsak patlamasından. Hayat size kimle, nasıl şaka yaptıracağını bilmiyor orası kesin. Şimdi şakacı öküz aleyhisselam abimiz öldüğünde, cenaze namazında, merhumu nasıl bilirdiniz diye hoca sorduğunda ne diyeceğiz biz ? El Fatiha.

Bazen ayyaş bir müptezelin, uluorta sokağa işemesindeki rahatlığı istiyor insan. Umursamazca, düşünmeden.

Evet bir şeyler eksik, bir şeyler tuhaf, arabanla hızla bir yere yetişmeye çalışırken lastiğinin patlaması ve yedeğinin olmaması, son parasıyla milli piyango bileti aldı ve büyük ikramiye ona çıktı haberine inanıp gerçekten o son paran ile aldığın bilete bir bok çıkmaması, bazen çok ihtiyaç duyduğunda ağlayacak bir omuz bulamaman ya da çok istediğin filme girmeden önce, çıkanlardan filmin sonunu duyman gibi tam değil, olması gerektiği gibi değil bazen iste.

Eksik bir şeyler.

Ha bazen birileri yardımınıza koşmak ister sizdeki eksikliği gördüğünü sanıp. Onların hayati bilmem kaç milyonluk puzzle ise, her parçayı yerli yerine oturtmuşlar da 1 parçaları fazla gelmiştir. Hay bin kunduz ! İşte o parçayı mabadınıza duhl ederler çaktırmadan. Sonra gözgöze gelirsiniz. Oldu mu ye la şimdi !
Onun fazlasının sizin eksiğiniz olduğunu sanması ne acıklı !

“Senin gezegenindeki insanlar” dedi Küçük Prens. “Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar ama yinede aradıklarını bulamıyorlar…” “Evet bulamıyorlar” diye yanıtladım onu. “Halbuki, aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir” “Haklısın“ dedim. Bunun üzerine küçük prens şöyle dedi : “Ama gözler gerçeği görmez ki. Yüreğiyle aramalı insan.”

Ruhu şad olsun Antoine de Saint-Exupéry ! Yoksa biz yüreğimizle arayamıyor muyuz artık ?

Eksik bu mu ?

Gazoz

O değilde en çok çelme takman koydu bana İbrahim. Görmüyormuydun ne kadar hızlı koştuğumu ! Ama pelerinim çok fena havalanıyordu di milan, ehehe aynı süpermen gibi. Ama oğlum niye takıyosun çelme ! Ha tamam bir an uçtum sandım gerçekten ama yerde sürünürken kendini durduramamak da çok koydu lan bana. Bileğim kanıyor mutlu musun valla kemik görünüyor !

Ama bu senin bana yaptığın ilk ipnelik değil. Hani geçen sene mahallede maç yaparken sen karşı tarafa ben de bizim kaleye geçmiştim. Ulan be şerefsiz 9 senelik yaşantımın 5 senesini kankalık yaparak geçirdim sana, ne demek karşı takıma geçmek !  Hadi öyle bir bok yedin nasıl bana bacak arası gol atarsın milletin maskarası oldum senin yüzünden. Yok o gol 3 gol sayılırmış, kızlık gitmiş, İbrahim iyi takmış millet neler dedi lan başka başka.


Hadi o olayı unutalım diyelim. Lunaparkta Edaya, Hasan seni seviyor diye yalan söylemen yüzünden anası kulağımı çekmedi mi, Eda “senin gibi bir şişkoyla sevgili olamam” deyip beni aşağılamadı mı ! Hadi ben de Edayı çok sevmiyorum ama sevme ihtimalinin olmadığı bir kızın bile gelip böyle konuşması kalbimi kırdı lan çok. Onun yüzünden 3 bikmek yedim 5 dakikada, boğuluyordum da allahtan bedava gazoz verdilerde yuttum, ölüyordum lan ben ölüyordum ! Ya normalde takmam böyle şeyleri biliyorsun ben aslında Edanın üniversiteye giden ablası Belgini seviyorum ama işte kızkardeşi ile öyle şeyler yaşanması benim ilişkimi de zor durumda bıraktı. Oysaki geçen ay Belgin beni sevdiğini açık bir şekilde ima etti, dondurma alarak hani şu bir alana bir bedava, reklamı var ya sevgililer alıyor birbirine. Bana aşık olmasa niye yapsın zaten. Yani o kadar yaklaşmışken mutlu sona, senin siktiriboktan yalanın yüzünden ilişkim tehlikeye girdi şerefsiz !

Ya müzik dersinde öğretmenin bana şarkı söylettiğinde gülmen ! Yok lan gülmedin resmen kahkaha attın ! Sesim inceymiş miş ,götüm sanki senin sesin çok kalın. Ulan hadi sınıf güldü sen niye gülüyorsun, insan kankasına güler mi !

Ben ki sana okumayı öğreten adamım lan ! Buzdolabını ,bizkolabı diye okuduğun günleri ne çabuk unuttun yavşak ! Kaç saat sana heceleri öğrettim, seni annen dövmesin diye kaç defa ödevini yaptım ha annenin hakkını ödeyemem orası ayrı. Suzan teyzenin kıymalı muska böreği ile patates salatası ne güzel lan. Benim annem böyle börek yapsın hergün 1 tepsi yerim ha geçen gün yapmış bişey börek desen börek değil böyle lahmacunla börek arası birşey yanmış biraz hiç hoşuma gitmedi lan. Ha yedim mi tepsiyi, yedim ama açtım oğlum.

Neyse İbrahim neyse ben seni daha tutmayayım bu seninle geçirdiğimiz son kankalık dakikalarımı seninle kavga ederek geçirmek istemiyorum. Yok ağlamayacağım ama artık şunu bil ki artık hayatında Hasan diye biri yok ! Sen de ağlama takdir-i ilahi. Ağlamıyon mu lan şerefsiz o kadar laf soktum sana !

Neyse ya gel barışalım, gazoz ısmarlayayım mı sana ?