Belden yukarım camın dışında, rüzgar azıcık essin diye
bekliyorum. Üstümde, pikniklerde giyilen atletim, altımda boğazın serin
sularına atlarken giyilsin diye yaratılan beyaz slip donum, elimde dumanını her
üflediğimde havanın neminde takılı kalan sigaram, karşımda ise geçen sene
başımıza tebelleş olan bakkal kan emici Sadık’ın dükkan manzarası.
İstanbul’da öğrenci olmak zor, temmuz sıcağında yaz
okuluna kalmak ise boktan bir durum bir de aynı daireyi iki andavalla paylaşmak
ise, o la la canım.
-
Ali, bira
var mı lan ?
-
Yok abi ne
birası.
-
Alalım Sadık
şerefsizinden iki bira o zaman.
-
Veresiyeyi
bırakmış abi
-
Nasıl ?
-
Siktir etti
abi beni dün Sadık leşçisi, bir daha bize veresiye vermeyecekmiş.
-
Oğlum bizi
bilmiyor mu lan bu kaç zamandır ondan alışveriş yapıyoruz, hiç borç takmış
mıyız ?
-
Abi ben
bilmem sen onunla konuşursun.
-
Konuşacağım
elbet.
Ben Malatya’dan astronomi ve uzay filmleri, Ali
Kayseriden çizik mühendisliği, İdris ise Trabzondan elenktrik elenktronik
mühendisliği okumak için İstanbul’a gelmiştik. Sadık şerefsizi ise zengin olmak
için !
-
Selamunyküm
Sadık abi.
-
Veresiye yok
Mahmut.
-
Abi biz sana
borç falan mı taktıkta direk böyle girdin abi.
-
Ne diyon lan
sen taktık maktık ? çık git dükkanımdan.
Sadık şerefsizi bizden olsa olsa beş yaş büyüktü ama
ses tonu ve heybeti nedeniyle “çık git dükkanımdan” emir cümlesine karşı gelmek
anlamsızdı, şöyle ağız burun girişeyim olayını maçam yemedi yani. Mabadıma baka
baka eve gittim. Ama hani çok sevdiğiniz bir yemeği yerken “hart” diye
yanağınızı ya da dilinizi ısırırsınız da çok acı verir ya, hah işte Sadık
şerefsizi de bana yanağımı ansızın ısırmışım hissini yaşattı. Canımı acıttı. Ve
bu hiç hoşuma gitmedi !
-
Mahmut
kaptın mı biraları ?
-
Yok oğlum ne
birası, herif beni de siktir etti dükkandan.
Hayatımdaki aksiyon eksikliği nedeniyle, bünyem de az
da olsa bir rahatlama hissetmiştim ama adrenalin kanına bir girdi mi daha
fazlasını istiyor insan. Bitim kanlanmıştı resmen. Sadık’la da artık görülecek
bir hesabımız vardı sonuçta.
-
Bu böyle
olmaz ağalar, bu Sadık’a iyi bir ders vermeliyiz, canını acıtmalıyız.
Ben bunu söyledikten sonra, İdris’le, Ali’nin gözleri
parladı. İdris ;
-
Dükkanını
taşlayalım, ya da gece kuytu bir köşede kıstırıp ağzını burnunu kıralım, ya da
kaçırıp bir güzel şehir dışına bırakalım.
-
Köpek ya da
kedi mi bırakıyorsun lan bu nasıl zarar vermek ! Daha başka bir şey yapmamız
lazım, böyle sevdiklerine zarar verelim ama bu şerefsizin sevdiği biri de yok
ki kardeşim, tüm akrabaları köyde bu da bir başına yaşıyor hah buldum ! Habil ile
Kabil’i kaçıracağız !
Habil ile Kabil, Sadık şerefsizinin bu dünyada sevdiği
yegane yaratıklar. Bakkalın bir köşesinde beslediği su kaplumbağaları. Onlardan
başkasına iyi davrandığını gören duyan yok.
-
E nasıl
kaçıracağız ?
-
Orası kolay,
bu adam dükkanı her gün kaçta kapatıyor ?
-
Dokuzda.
-
Hava kaçta
kararıyor ?
-
On gibi.
-
E tamam işte
biz de saat 10 dan sonra bir keski ile gidip dükkanın kepengini tutan kiliti
keser, ki bu Sadık şerefsizi masraf olmasın diye sağlam bir kilit almamıştır
kesin, sonrasında içeri süzülürüz. Biliyoruz ki dükkanda kamera falan yok.
Sadık her akşam Z raporundan sonra paraları alıp cebine atıp evine gidiyor yani
çalacağımız para da yok. Ki para da olsa biz hırsız mıyız lan ! Habil’le
Kabil’i kapıp hemen kaçarız. Var mısınız ?
-
Varız !
Bugüne kadar bir iki ufak olay dışında suç
işlememiştik biz. Ama suç işleyecek olmanın vermiş olduğu duygu tarif edilemez bir
şeydi. Aslında suça meyillidir herkes, ben mesela, ilk hırsızlık olayımı
ilkokul sıralarında büyük bir marketin çikolata reyonundan bir tane karamelli,
fıstıklı çikolata çalarak yapmıştım, heyecandan ve suçluluk duygusundan sonra o
çikolatayı yiyemeyip çöpe atmıştım ama olsun, suça meyilliydim sonuçta.
Saat ondan sonra Sadık şerefsizinin dükkanını
patlatacaktık ama planın bazı ince detaylarının düşünülmesi gerekiyordu.
Örneğin bakkalın önünde bir futbol sahasını aydınlatacak kuvvette bir elektrik
lambası vardı. Sanki şerefsiz belediye karar almış, ülkede ne kadar elektrik
lambası varsa onlardan azar azar kısalım bütün aydınlatma gücünü Sadık
şerefsizinin dükkanının önüne verelim demişti. Sadık’ın belediye ile aralarında
gizli bir ittifak vardı orası kesin. Lambayı halletmek kolay işti, onu İdris
becerecekti, sonuçta elenktirik elenktronik mühendisliği okuyordu, onun için ne
kadar zor olabilir di ki.
İdris saat on ikide evden çıkacaktı biz de Ali ile sırasıyla
bir ve bir buçukta. Aynı evden aynı anda çıkıp karşı dükkana yürürsek çok
dikkat çekeceğimizi biliyorduk, üstelik kılık değiştirmemiz ve tanınmamamız
gerekiyordu. İdris on ikide evden çıktığında önce bir kısa tur atacak bire
çeyrek kala dükkanın önündeki lambayı öldürecekti. Sonra Ali evden çıkıp saat
bir çeyrekte dükkanın önünde İdris ile buluşacak ben de on beş dakika sonra
yani bir buçukta yanlarına damlayacaktım. Hepimiz başımıza kadın çorabı
geçirecektik, el izi bırakmamak için ise eczaneden aldığımız ameliyat eldivenlerimiz
vardı. Neme lazım bu Sadık şerefsizi olaydan sonra kesin parmak izi araştırması
yaptırırdı, tedbirli olmalıydık.
Saatlerimizi kurup hepimiz odalarımıza geçildik. Evde resmen
ölüm sessizliği vardı ve ben elbette heyecandan uyuyamadım. Tam dalacakken evin
kapısının kapandığını duydum, demek ki saat on iki olmuştu ve İdris çıkmıştı. Heyecan
tavan yapmış kalbim güm güm atıyordu. Bir şeye başlamadan önce insan daha
heyecanlı oluyor icraat gerçekleşirken ise heyecanı azalıp işe konsantre
oluyor. Örneğin topluluk karşısında konuşmak gibi. O topluluğun karşısında
sıçma ihtimali sizi öncesinde yer bitirir, heyecanlanırsınız, eliniz ayağınız
buz keser ta ki o kürsüye çıkıncaya kadar. Önce bir iki cümle çıkar ağzınızdan
sonrası ise gaz ve toz bulutu. Ben bunları düşünürken kapı bir defa daha
kapandı. Saat demek ki bir olmuştu ve Ali dışarı çıkmıştı. Şimdi sıra bendeydi.
Önce perdeyi açmadan Sadık şerefsizinin dükkanına doğru baktım, ortam zifiri
karanlıktı, İdris lambayı öldürmüştü yani. Önce aldığım kadın çorabı ile
ameliyat eldivenlerini cebime tıkıştırdım, sonra saatimi kontrol ettim ve tam
zamanında evden çıktım. Allahım çok sıcak.
Dükkana geldiğimde Aliyi tanıdım ama yanındaki karartı
bana hiç tanıdık gelmiyordu. Biran yakalandık sandım. Sonra o karartının İdris
olduğunu anladım. İdris salağı yazın 40 derece sıcağında tanınmamak için siyah deri
pantolon, siyah boğazlı kazak, siyah deri eldiven ve siyah kar maskesi
takmıştı. Ali ise kadın çorabını ve ameliyat eldivenlerini takmış, üstünde
beyaz t-shirtü, altında akşamları bisiklet kullandığında arabalar tarafından fark
edilsin diye giydiği fosforlu şortu ile arz-ı endam ediyordu. Fosforlu lan !
İki gerizekalı ile soyguna gelmiştim. Neyse umudu kaybetmemek gerekiyordu.
-
İdris bu ne
hal gerizekalı, öleceksin sıcaktan !
-
Heheh abi
süper olmuş di mi, kimse beni böyle tanıyamaz.
-
Ben de
tanımadım gerizekalı ben de.
-
Alicim sana
hiçbir şey demiyorum, lamba gitmiş ama maşallah sen fosforlu donunla hepimizi
aydınlatıyorsun !
-
Abi ben
başka giyilecek bir şey bulamadım da
-
Tamam lan
tamam sessiz olun şimdi.
Usulca bakkalın bahçesine adımımızı attık. Önce sağı
solu kolaçan edip İdris’in getirdiği keskiyi elime aldım. Tahmin ettiğim gibi
tüm kepengi tek bir ucuz kilit tutuyordu. İşimiz gayet kolaydı. Tam kilidi
kesmek için elime aldım ki kilit açıktı. Sadık şerefsizi kilidi kapatamadan
evine yollanmıştı. E bu da bizim için büyük şanstı hani. Hiç vakit kaybetmeden
işimizi bitirebilecektik. Sessizce kilidi yerinden çıkartıp kepenge bir el
attım. Azıcık gürültü çıkarsa da içeri girebileceğimiz kadar aralık yapıp
bakkala süzüldük sonra da kepengi üzerimize kapadık. Neme lazım işgüzarın biri
dükkanın önünden geçer de Sadık şerefsizine haber verebilirdi.
Dükkanın içindeydik artık ve Habil ile Kabil gözümüzün
önündeydi. Hiçbir şeye dokunmadan direk kaplumbağaları elime aldım. Şerefsizler
ne de güzeller. Aslında onları yerlerinden yurtlarından etmek istemezdim ama
babaları olacak o adama iyi bir ders vermemiz gerekiyordu. Bir an aslında
dükkanın içinde çalınacak birçok şey olduğunu fark ettim ama buna cesaret
edemedim. Aslında cesaret ettim ama o kadar da kötü bir adam olmadığımı kendi
kendime defalarca tekrar ettim ve başka bir şey çalmamaya kadar verdim. İdris ile
Ali de öyle düşünmüş olacak ki başka bir şey çalmayı onlar da teklif etmediler.
Benle Ali’nin durumu fena değildi ama İdris terden
baygınlık geçirecek gibiydi. Hemen dışarı çıkmalıydık.
Tam kepenge yöneldik ki , dükkanın içindeki küçük
odadan bir karartı üzerimize doğru gelmeye başladı. Hooppp, laann, nooluyo
demeye kalmadan İdris adamın üzerine atladı. Ağzını burnunu kapamaya çalışıyor,
birlikte yerde kilit olmuş bir vaziyette duruyorlardı. O an yapılacak en
salakça şeyi yapıp dükkanın ışığını açtım.
Yerde çırılçıplak bir adamla sarmaş dolaş kilit
vaziyette yatan deri pantolonlu İdris ve başlarında iki kadın çorabı geçirilmiş
onlara bakan iki zibidi. Muhteşem bir manzara. Acaip bir fantezi.
İdris adamın yüzünü bize doğru çevirdi, Necip amca !
Necip amca bizim mahalleden tanıdığımız dünyanın en
iyi amcası. İskiden emekli, eşi yıllar önce ölmüş. Ne çocuğu var ne akrabası.
Garibim kıt kanaat geçinen birisi ama
dünya iyisi. Bize geçen bayram elini öptük diye para bile vermişti. Ha ona para
denemez ama öğrencilik işte ne kaparsan kar.
-
Necip amca
senin ne işin var burada ?
-
Lan deri
pantolonlu yavaşça bırak adamı. Burada keskin zekamı konuşturup İdris’in ismini
vermedim. Maazallah Necip amca iyidir hoştur da ya bizi polise şikayet ederse,
o zaman sıçtığımızın resmidir.
-
Mahmut ben
bırakıyorum da adam beni bırakmıyor !
-
Allah belanı
versin İdris.
-
Necip amca
biziz biz ben Mahmut, bu da İdris ve sen
niye çırılçıplaksın yaa.
-
Çocuklar ne
oluyor ödümü koparttınız.
-
Senin mi
bizim mi Necip amca ya.
-
Ali ışığı
kapa hemen, çıkartın lan maskeleri.
İşin eğrisini doğrusunu Necip amcaya giyinikken
anlattık. O da bize kızmadı Allahtan.Bir an hak verdi ama yaptığımızın doğru bir
şey olmadığını defalarca tekrar etti. Sadık şerefsizinin geçen ay amcasının
öldüğünü o yüzden moralinin çok bozuk olduğunu anlattı. Babası öldükten sonra
amcası bakmış Sadık’a. O yüzden çok sarsmış amcasının ölümü O’nu. Acıdık lan
bir an, alamadık Habil ile Kabil’i. Eee biz de taş kalpli insanlar değiliz
hani. Necip amcaya da aslında iş veriyormuş Sadık, sabaha kadar dükkana baksın
diye. Necip amca da malum çöl sıcakları nedeniyle dükkanın içinde anadan üryan
sabaha kadar takılıyormuş. İçeride çalınacak bir şey olmaması nedeniyle de
Sadık kilidi tam kapamaya da gerek duymuyormuş. Hem içerde Necip amca var.
Neyse, Necip amcadan bu olayı unutmasını isteyip eve
doğru yola koyulduk. Saati dört etmiştik şaka maka ve bu kadar adrenalin
hepimize yetmişti. Aslında mutluyduk, mutsuz bir adamın hayatına bir mutsuzluk
ögesi de eklemediğimiz için. Sonuçta iyi insanlardık. Maskelerimizi cebimize
koyduk İstanbul’un bok gibi nemli havasından derin bir nefes aldık.
-
İdris al şu
parayı, aşağıdaki büfeden üç bira kap gel. Dur dur vazgeçtim ben alırım siz eve
gidin.